16 Nisan 2020 Perşembe

VÜCUDUMUZ SAAT SAAT NASIL ÇALIŞIR?

06.00:
Kortizon salgılamasıyla organizma uyanıyor. Bu uyanma vücut için kendini yavaşca kalkmaya hazırlama işareti. Metabolizma hareketleniyor, günün işleri için enerji ve protein hizmete hazır oluyor.

07.00
Vücut hâlâ zayıf. Spor yapmaktan kaçının. Kalbe ve dolaşıma gereksiz yüklenirsiniz. Spor yerine kahvaltı edin, sindirim bu saatte mükemmel çalışıyor.

08.00
Libidonun en yüksek olduğu saat. Fazla miktarda hormon salgılanıyor. Sigara tiryakileri için de durum aynı. Kahvaltı sigarası damarları her zamankinden daha fazla çok daraltıyor.

09.00
Vücudun dinç, kuvvetli olduğu saat. Herhangi bir hastalık için iğne olacaksanız bu en doğru zaman. İğnenin ateş ve şişme gibi yan etkileri ender olarak görülüyor, vücut röntgen ışınlarına karşı daha dirençli oluyor.

10.00
Organizmanın kendine gelme, ‘ben buradayım’ deme saati. Fazla enerjik, vücut en yüksek ısı seviyesinde. Verimliliğimiz de öyle. ‘Kısa süre belleği’ iyi durumda. Bir önemli ayrıntı: 10.00 ile 12.00 arası enfarktüs olaylarına sık rastlanıyor.

11.00
Vücudun tam formunda olduğu, verimli olmaya programlı bir saat. Kalp ve dolaşım o kadar zinde ki yapılan muayenelerde kalpteki bir bozukluk gözden kaçabilir. Hazır cevaplık tavan yapar, özellikle hesap işleri, matematik ödevleri rahat ve iyi bir şekilde, zorlanmadan çözülür.

12.00
Dinlenme saati. Dikkat azalıyor ve insanı uyku basıyor. Midedeki asit miktarı fazlalaşıp, beyindeki kan akımı azalıyor. Zira kan sindirim organlarını desteklemesi için mide tarafından kullanılıyor. Öğle uykusu uyuyabilen kişilerde istatistiklere göre enfarktüse %30 oranında az rastlanıyor.

13.00
Vücut formdan düşüyor. Verimlilik gün ortalamasının %20 aşağısına iniyor. Bütün organlar en alt düzeyde çalışıyor, sadece safra öğle yemeğini hazmetme faaliyeti gösteriyor.

14.00
Bitkin oluruz. Çünkü tansiyon ve hormon düzeyi düşüyor. Diş doktorundan korkanlar için en uygun randevu saati. Çünkü bu saatte acı az hissediliyor. Lokal anestezi uzun süre devam ediyor (30 dk.)

15.00
Enerji geri geliyor, bellek tam formunda. İkinci verimlilik dönemi başlıyor ama sabahkinden az.

16.00
Spor için en iyi saat. Tansiyon ve dolaşım çok iyi durumda.

17.00
Organların faaliyeti üst düzeye çıkıyor. Kuvvet artıyor, oksijen harcanıyor, böbrekler ve mesane çok çalışıyor. Tırnaklar ve saçın en çabuk uzadığı zaman. Midedeki asit miktarı fazlalaşıyor. 17.00 ‘ye doğru mide kanaması geçirme riski artıyor.

18.00
Akşam yemeği için ideal saat. Pankreas bu saatte özellikle aktif.

19.00
Kan basıncı ve nabız tembelleşiyor. Bu nedenle kan basıncı düşüren ilaçlara dikkat, tehlikeli olabiliyorlar. Antidepresanların tesiri de bu saatte daha fazla.

20.00
Karaciğerdeki yağ düzeyi düşüyor ve kirli kan kalbe her zamankinden daha fazla akıyor. Alerjisi olanlar ve astımlılar ilaçlarını bu saatte almalı. Etkisi hemen görülüyorr. Antibiyotikler de az dozda alınsa bile etkileri en üst düzeyde oluyor.

21.00
Sindirim organlarının günlük görevi sona eriyor. Gelen her şey midede sabaha kadar hazmedilmeden kalıyor ve bu çok tehlikeli. Kalan yemekler bağırsak sahasındaki mukozaya hücum ediyor.

22.00
Vücudun polisi akyuvarlar aktif hale geliyor. Sigara içenler dikkat! Bu saatten sonra vücut nikotin gibi zehirleri çok zor atıyor.

23.00
Organizma gün boyunca aktif faaliyet gösteren stres hormonunun salgılamasını durduruyor. Sakinleşip, rahatlıyoruz.

24.00
Uyurken deri hücreleri durmadan çalışıyor, gündüz olduğundan daha sık bölünüyor. İlk rüya safhası, yarım saat içinde rüya görmeye başlıyoruz.

01.00
Verim en alt düzeyde. Bu saatte çalışanlar hata yapabiliyor, dikkat azalıyor, çünkü vücut kendini uyumaya programlıyor.

02.00
Araba kullananlar dikkat: Görme zayıflıyor, tepkiler yavaşlıyor, kazalar bu saatte çok oluyor.

03.00
Bedenin de ruhun da en karanlık safhası. Melatonin hormonunun salgılanması tembel ve kararsız yapıyor. İntihar edenlerin sayısı fazlalaşıyor.

04.00
Stres hormonundan enerji kazanıyoruz. Enfarktüs krizleri saat 04.00 ile 06.00 arasında çok oluyor; çünkü kan basıncı oldukça yükselip, damarlar geriliyor. Doğum yapma olasılığının en yüksek saati.

05.00
Stres hormonu bizi faaliyete geçiriyor ve gündüz değerinin tam 6 katına çıkıyor. Vücudumuz harekete geçiyor kaybolan enerji yeniden geri geliyor. Gelsin, yeni bir gün başlıyor.

TÜKÜRÜK NEDEN DURMADAN SALGILANIR VE YAPISI NASILDIR?

Tükürük, insanda ve öteki omurgalılarda tükürük bezlerinde üretilerek ağız içine salgılanır. Ağzın iç yüzeyini, dili ve dişleri koruyan tükürük, zararlı bakterileri yok eden maddeler içerir. Ayrıca besinlerin sindirime hazırlanmasını sağlar, yiyeceklerin tadını almamızı kolaylaştırır. 

Tüm bu işlevlerin gerçekleştirilmesinde de tükürüğün düzenli olarak salgılanmasının önemi büyüktür. Tükürük kaygan bir sıvıdır. Bunu sağlayan şey, yapısında bulunan müsin adı verilen bir maddedir. Tükürüğün yapısında su ve müsin dışında, mineral tuzları ve çeşitli enzimlerde bulunur.

MİDE NEDEN KENDİNİ SİNDİREMİYOR?

Mide sindirim sistemimizin en önemli organıdır. Yemek borusundan gelir ve onikiparmak bağırsağı ile bağırsaklara açılır. Kabaca “J harfi şeklindedir” diye tarif edebiliriz. Her organımızda olduğu gibi midede de sanat-ı İlâhî’nin akıllara durgunluk verecek inceliklerini gözleriz.

Boşken mide-muhteviyatı- 50 ml. kadardır. Gıda alımından sonra, mide hacmi 1000-1500 ml.’yi bulur ve mide karın boşluğunda oldukça geniş bir yer işgal etmeye başlar. Gıdaların hazmedilmesinden sonra, hacim yine küçülür. Bu kadar aşın elastikiyet, hareket kolaylığı sağlayarak insanın günlük çalışmalarında midenin engel teşkil etmesini önler. Yine kanın boşluğu içine birçok organın rahatça yerleşmesini sağlar.

Midenin “hava cebi” denilen yukarı kısımlarına yerleştirilmiş bir elektirikî uyan merkezi (pacemaker) vardır. Buradan her 3-4 dakikada bir uyaran, kalkarak mide duvarından aşağı kısımlarına kadar yayılan bir dalgalanmayı (peristaltizm) meydana getirir. Bu hareketler midenin boşalmasına yardım ettiği gibi içindekinin iyi sindirilmesini de temin eder.

Mideye gıdaların girişi bir düzen dahilindedir. Mide, yemek borusu ile o şekilde birleştirilmiştir ki gıdalar mideye; kuyuya taş düşer gibi değil, mide duvarından kayarak inerler. Mide ile yemek borusunun birleşmesinde bu incelik hesaplanmamış olsaydı, yuttuğumuz her lokmanın sesini kamımızda duyacaktık. Gıdalar yine mideyi bir nizam dahilinde terkederler. Bu düzeni de mide kapısı (pilor) temin eder. 

Mide kapısı (pilor) ameliyatla çıkarılarak yerine sunî pilor yapılan şahıslarda “damping sendromu” denilen bir hastalık görülür. Bu hastalığı izah etmek üzere pek çok fikir ileri sürülmüş, fakat hiçbiri tatmin edici bir açıklamayı getirememiştir. Ancak şurası kesindir ki, hastalık pilorun yokluğundan kaynaklanmaktadır. Pilor ne kadar hassas bir şekilde ayarlanmıştır ki piloru olan kimselerde “dumping sendromu” görülmemektedir. Biz bu ayan yapmaktan aciziz.

Midenin iç yüzünü mukoza adı verilen bir tabaka kaplar. Mukoza içinde asit, pepsin ve mukus ifraz eden bezler yer alır. Mukoza, sanki yeryüzündeki dağlar ve vadiler gibi kıvrımlar gösterir. Bu kıvrımlara az bir sahaya geniş bir mukozanın yerleştirilmiş olduğu görülür. 

Böylece sindirimi sağlayan yukarıdaki saydığımız maddelerin, yeterli miktarda salgılanması mümkün olur. Eğer bu kıvrımlar olmasaydı mide iç yüzü alan olarak küçülecek, dolayısıyla sindirim bezlerinin sayısı azalacaktı. Böylece sindirimi sağlayacak kadar salgı sağlanamayacaktı.

Mide asidi hidroklorik asit (HCD)’dir. Yukarıda bahsettiğimiz mukoza içinde yer alan bezler tarafından salgılanır. Birçok araştırmalara rağmen bunun nasıl husule geldiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Saf mide suyunda HCI yoğunluğu PH 1 kadardır. Kandaki hidrojen iyonu, yoğunluğuna göre mide suyunda bir milyon kez fazladır. Bu biyolojinin en hayret verici olaylarından biridir.

Mukus, kabaca “sümüksü madde” diye ifade edilebilir. Mukoza üzerine devamlı yapışarak her türlü gıdayı eriten mide salgısının, midenin kendisini eritmesine mani olur. Bu korunmada mukozanın özel yapısının da etkili olduğu düşünülmektedir. Ancak bu özellik henüz aydınlatılamamıştır.

Görülüyor ki mide kaba bir torba değil, kimya ve mühendislik hesaplarının en incesiyle kurulmuş bir sanat eseridir. Bu hesaplarda en ufak bir hata bulamıyoruz. Bulamadığımız gibi bu eserde birçok ilmî sırlar olduğunu seziyor, fakat bunca ilmimize rağmen bu sırları çözemiyoruz. Demek ki ilmi bizden çok üstün olan biri var ve mideyi yapan O’dur.

KULAK NEDEN ÇINLAR?

Sesin sadece hasta tarafından duyulduğu subjektif tinnitusun birçok olası nedeni vardır. Bazı nedenler kötü değildir (örnek olarak küçük bir kulak kiri geçici bir süre tinnitus yapabilir.). Bunun yanında enfeksiyon, kulak zarında delinme, orta kulakta sıvı birikmesi ve orta kulaktaki kemiklerin eklem yerlerinin sertleşmesi gibi daha önemli nedenler de olabilir.

Tinnitus baş ve boyun bölgesindeki damar genişlemeleri (anevrizma) veya denge ve işitmeyi sağlayan sinirden kaynaklanan bir tümörden (akustik nörinom) dolayı da olabilir. Bu problemlerde işitme kaybı da vardır.

Alerji, yüksek veya düşük tansiyon, tümör, şeker hastalığı, tiroid problemleri, baş ve boyun bölgesine gelen darbeler ve birçok diğer nedenler; bazı romatizma ilaçları, bazı antibiyotikler, sakinleştirici ilaçlar ve aspirin tinnitusa neden olabilir. Her durum için tedavi çok farklıdır. Bu nedenle konusunda uzmanlaşmış bir doktora kontrol olmak ve kulak çınlamasının gerçek nedenini bulmak çok önemlidir.

Tinnitus çoğunlukla işitme sinirlerinin mikroskopla görülebilecek kadar küçük olan uçlarında meydana gelen hasarlardan ötürü gelişir. Bu sinir uçlarının sağlıklılığı doğru ve kesin duymayı sağlar ve bunlarda meydana gelecek bir hasar işitme kaybı ve tinnitusa yol açar. İlerlemiş yaşla birlikte sinir uçlarında bazı değişiklikler meydana gelir bu da beraberinde tinnitusu getirir.

Günümüz dünyasında yüksek ses tinnitusun muhtemelen en sık rastlanan nedenidir ve işitme kaybına da yol açar. Ne yazık ki birçok insan endüstriyel gürültünün, yangın alarmlarının, yüksek sesle müzik dinlemenin ve diğer gürültülerin ne kadar zararlı olduğundan ya habersiz ya da bunu umursamamaktadır. Stereo kulaklıklarla yüksek müzik dinlemek riski daha da fazlalaştırmaktadır.

KAN TAHLİLİ NASIL YAPILIR?

Kan Tahlili tercihen sabah aç karına alınan kandan yapılır. Alınan kan istenen tahlilin cinsine göre farklı tüplere koyulur ve tahlili çalışacak ilgili laboratuara gönderilir. Örnek vermek gerekirse Kan sayım tahlili pıhtılaşmayı önleyen bir madde bulunan özel tüplerde alınmış kanla yapılır. 

Aynı şekilde Sedimentasyon, APTT ve PT dediğiniz pıhtılaşma fonksiyonlarını araştıran tahliller için alınan kanlar da pıhtılaşmayı önleyen kimyasal maddelerin bulunduğu tüplere koyularak tahlile gönderilir. 

Bu tahlilleri çalışacak laboratuar gelen kanların pıhtılaşmamış olmasına çok dikkat etmelidir. Aksi takdirde pıhtılaşmış kanla yapılan Hemgram (Tam Kan Sayımı), Sedimentasyon ve PTZ, APTT tahlilleri yanlış sonuçlar çıkmasına yol açmaktadır.

Genel Biyokimya Tahlili dediğimiz Glikoz (Şeker), kolesterol, trigliserit, üre, kreatin gibi rutin biyokimyasal incelemeler ve Hormonla ilgili testler ise boş ve katkısız tüplere koyularak tahlil için laboratuara gönderilir. Aynı şekilde tümörü olan veya tümör şüpheli hastalara yapılan Tümör Belirteç testleri de katkısız tüplerle çalışmaya alınır. 

Bu tahliller için alınan kanın laboratuvara gönderilmesinde, tüpte bulunan kanın pıhtılaşmış olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Laboratuara gelen içi kan dolu tüpler, santrifüj denen yüksek devirli cihazlarla uygun sürelerde çevrilerek, tüpte bulunan kanın şekilli elemanları çöktürülür, ve tüpün üstünde kalan serum dediğimiz sıvıdan alınan örnekle kan tahlili yapılır.

Günümüzde kan tahlilleri modern cihazlarla ve tahlil sırasında çoğunlukla el değmeden otomatik olarak yapılmaktadır. Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesiyle birlikte birçok hastanede tahliller yapıldıktan sonra kâğıda basmadan doğrudan doktorun bilgisayar ekranından sonuçlar görülmektedir.

İLAÇ ŞİŞESİNDEKİ PAMUK NE İŞE YARIYOR?

İlaç şişelerinde kapağın altında bulunan pamuğun birinci ve en önemli görevi, şişede kalan boşluğu doldurmak, taşıma sırasında şişe sallandığında tabletlerin birbirlerine çarparak çatlayıp kırılmalarını, zarar görmelerini önlemektir.

Bazen şişelerde pamuk yerine tüy gibi yumuşak pamuklu kumaşlar, suni ipek kumaşlar veya polyester tipi suni malzemeler de kullanılır. Bunların hepsi taşıma sırasında olabilecek hasarları önlemek için kullanılır ama pamuğun yüksek orandaki nem emici özelliği de vardır. Şişenin içinde oluşabilecek nemi tabletlere ulaşmadan kendi üzerine çeker ve tutar.

İlaç üreticileri, yeni alınan bir ilacı kapağını açar açmaz içindeki pamuğun çıkarılıp atılmasını tavsiye ediyorlardı. Pamuk parçası nakil sırasında emdiği nemin yanı sıra kapak açıldığında ortamdaki nemi de alabiliyor. Bu pamuğun tekrardan şişenin içine konulması ilaçlar için tehlike yaratabilir. Ancak eğer bir yolculuğa çıkılacaksa, ilaç şişelerinin içine tekrardan yeni ve kuru bir pamuk parçası konulmasında fayda görülüyor.

HAMİLELER NEDEN AŞERİR?

Gebe kadınların yaklaşık %85’ i gebelik süresince en az bir yiyeceğe karşı aşırı istek duymuştur. Bu yiyeceklerin sınıflandırılması pek mümkün değildir. Gebeler çok farklı yiyecekleri yeme isteği duyabilirler. Tatlı, tuzlu, baharatlı veya ekşi tatlar gebelerin arzuladığı tatlardır. 

Aşermenin kesin sebebi bilinmemekle beraber, hamilelikte meydana gelen hormonal değişikliklerin ve kan şeker seviyesindeki değişikliklerin önemli rolü olduğu bilinmektedir. Hamileliğin başlangıcında artan ve plasentadan salınan östrojen, annenin tad ve koku alma hassasiyetini arttırır.

Genel olarak aşermelere bakıldığında; yapılmış olan bir araştırmada hamile kadınların yüzde 40’ının tatlı bir şeyler, yüzde 33’ünün ise tuzlu kraker aşerdiği ortaya çıkmıştır. Baharatlı yiyecekleri arzu edenlerin oranı ise yüzde 17 civarında; turunçgiller, yeşil elma ve diğer ekşi yiyecekleri arzu edenlerin yüzdesi ise bunların ardında gelmektedir.

Bazı beslenme uzmanları ve sağlık görevlilerine göre belli yiyeceklere karşı olan bu iştah artışının özel bir anlamı olabilir. Örneğin buz, sigara izmariti, temizlik malzemeleri gibi garip maddeleri yeme isteği varsa, bu istek demir eksikliği ile ilgili olabilir. Üstelik bu maddeler demir de içermemektedirler. 

Gerçekten daha önceden olmadığı kadar, gebelik döneminde çok miktarda buz tüketen kadınlar vardır. Bunun yanında B vitamini eksikliği, çikolata için aşermeyi başlatabilir denir. Aşerilen maddelerle, gebe kadının vücudunun ihtiyaçları arasında her zaman bir paralellik yoktur. 

Eğer ihtiyacınız olan maddelere aşeriyorsanız, bunlardan rahatlıkla tüketebilirsiniz. Örneğin brokoliyi çikolataya göre daha fazla tüketmenizde bir zarar yoktur.

Gebeliğinizde aşerdiğiniz şeyler sağlıklı yiyeceklerse, bunlardan rahatlıkla tüketebilirsiniz. Ancak değilse bunu bastırmaya çalışmalı veya daha iyi olan başka bir yiyecekle yer değiştirmelisiniz. 

Örneğin canınız dondurma istiyorsa bunun yerine yağsız-donmuş yoğurt yiyebilirsiniz. Sağlıksız yiyeceklere karşı aşermeniz varsa, her gün düzenli kahvaltı yapın. Kahvaltıyı atlamanız aşermenizi kötüleştirebilir.

GÖBEK ÇUKURUNUN BİR İŞLEVİ VAR MIDIR?

Bebek, anne karnında gelişirken ihtiyacı olan gıda ve oksijeni, onu annesine bağlayan göbek kordonu sayesinde alır. Bebeğin göbeğinden çıkıp, annenin rahmine bağlı olan bu kordon yani göbek bağı, bir tane göbek toplardamarı, iki tane göbek atardamarı, bir idrar kanalı ve bir hücre dokusundan meydana gelir.

Görüldüğü gibi göbek bağının esas görevi, bebeğe temiz kanı götürmek, kirli kanı geri getirmek, kan yoluyla bebeği beslemektir. Uzunluğu 40-60 santimetre arasında değişir. Kalınlığı değişken olmakla beraber, ortalama 3 santimetre kadardır. Göbek bağı biraz, uzayda, boşluktaki astronotu ana gemiye bağlayan hortuma benzer.

Bebek annesinin vücudunu terk edip dünyaya gelirken, artık ihtiyacının kalmadığı göbek kordonu da onunla birlikte gelir. Doğumdan sonra doğumu gerçekleştiren doktorlar veya ebeler tarafından kesilir ve bir pens ile sıkıştırılır. Göbek çukuru da göbek kordonu vücuttan ayrıldığında oluşan yarın kalıntısıdır.

Doğumdan sonra bebekte kalan parçadaki kan dolaşım sisteminin, bebeğin sistemi ile ilgisi kesilir. Böylece göbek bağı parçası bozulur ve bir-iki değişiklik gösterir. Kimi çıkık, kimi girintilidir, kiminde ince ve yatay, kiminde ise dikey bir çukur oluşur. Sanılanın aksine göbeğin ileride alacağı şekli belirleyen kesiliş şekli değildir.

Uzmanlar göbeğin şeklinin yarı şans, yarı göbeğin altındaki karın kaslarının bir sonucu oluştuğunu ileri sürüyorlar. Onlara göre asıl etken ise genetik. Göbek şeklinde ırktan ırka göre de değişiklikler görülüyor. İnsanların çoğunluğunda çukur göbekler varken, siyah ırkta daha çok çıkıntılı göbeklere rastlanıyor. Kuzey ülkelerinde şekli genellikle dikeyken, Akdeniz ülkelerinde daha ziyade yatay.

Çukur göbekler zamanla çıkıntılı hale gelebiliyor. Kadınlarda hamilelik dönemlerinde çıkıntılı hale gelen göbek şekli ise doğumdan sonra eski halini alıyor.

Bebek dünyaya gelip, göbek kordonunu terk ettikten sonra oluşan göbek çukurunun yaşamda bilinen bir işlevi yok ama araştırmacılar göbek kordonu ile ilgili ilginç çalışmalar yapıyorlar. 

Göbek kordonundan ayrıştırılarak dondurulan kök hücrelerinin, 15 yıl sonra bile etkilerini yitirmedikleri tespit edilmiş. Bu sayede göbek kordonundan elde edilip saklanan kök hücreleriyle ileride ortaya çıkabilecek bağışıklık hastalıklarının tedavilerinin mümkün olabileceği düşünülüyor.

GAZLI BEZ ADI NEREDEN GELİYOR?

Ecza dolabının hidrojen, tentürdiyot ve pamuktan sonra dördüncü asli üyesi olan gazlı bez alelade pamuklu bir kumaştır. İçinde gaz falan bulunmaz. Antiseptik madde emdirilmiş özel sargı bezlerinin dışında gazlı bezlerde mikrop öldürücü hiçbir özellik yoktur. Asli görevi yara bölgesine sürülen ilacın yerinde kalmasını sağlamaktır.

Gazlı bez adı gazdan değil ‘gaze’den gelir. Gaze ise adını ‘Gazze’ şehrinde alan ve Farsça ‘tül’ anlamında bir sözcüktür. Pamuklu ya da ipekli hafif ve saydam kumaşlara ‘Gaze kumaşı’ veya ‘Gaze bezi’ denilir. Tıpta yaraların sarılmasında kullanılan sargı bezinin ince ve seyrek dokuması ve görünümü Gaze’yi andırdığından ‘Gaze bezi’ ifadesi zamanla gazlı beze dönüşmüştür.

Ecza dolaplarında bulunan normal sargı bezleri steril değillerdir. Doğrudan yaraya değmeleri sakıncalıdır. Açık yara üzerine pamuk koymak nasıl doğru değilse, gazlı bezi de tampon yapılmasını gerektiren acil durumlar dışında doğrudan yara üzerine sarmak o kadar yanlıştır. 

Hatta yara bölgesinde cam parçaları gibi yabancı cisimler varsa, hiç gazlı bez sarılmaması gerekir. Yaraya baskı uygulanması cisimlerin daha derine gitmelerine yol açabilir.

Piyasada yarayı iyi edici ya da antibiyotik maddeler emdirilmiş olanları da vardır. Bunlara ‘ilaçlı gazlı bez’ denilir. Steril olsun olmasın tüm gazlı bezler yara iyice temizlendikten sonra sarılmalı, fazla sıkılmamalıdır. Kuru olması ve üzerine elle dokunulmaması çok önemlidir. Gazlı bezin kirlenmedikçe ya da ıslanmadıkça değiştirilmesine gerek yoktur. Gerektiği gibi yapılan sargı günlerce yara bölgesinde kalabilir, altındaki ilaç değiştirilip, tekrar kullanılabilir.

Günümüzde evlerde, ecza dolaplarında gazlı bezin yerine yapışkan flasterleri bulundurmak tercih ediliyor. Hâlbuki ikisinin işlevleri tamamen farklıdır. Yara bandı da denilen flasterler derin yaralarda birbirinden uzaklaşana yara kenarlarını bir araya getirmek ve tutmak için kullanılırlar. 

 Sargı bezini sarmanın pratik olmadığı yerlerde ve küçük yaralarda kullanılan yara bandının yara çevresinde sağlam deriye tutturulan yapışkan kısmı hem ortadaki steril gazlı bezin yarayı örtmesini ve üzerinde kalmasını sağlar hem de deriyi tutarak, yaranın daha fazla açılmasına mani olur.

DÜNYADA EN SIK GÖRÜLEN HASTALIK NEDİR?

Dünyada en sık karşılaşılan hastalık zatürree/bronşittir. Onu ishal, HIV/AIDS ve depresyon izler (Dünya Sağlık Örgütü, 1999). Yapılan hesaplara göre dünya üzerinde her yıl kadınların yüzde 10’u, erkeklerinse yüzde 3-5’i klinik (yani ciddi boyutta) depresyona giriyor.

Türkiye’de depresyon geçirme oranı kadınlarda yüzde 24, erkeklerde yüzde 3’tür. Diğer ülkelerde de durum ciddidir: Britanya’da depresyona girenlerin sayısı yaklaşık 3,2 milyondur (yüzde 7) ve sürekli artmaktadır. Britanya’da 1990-2000 arasında depresyon için yazılan reçetelerin sayısı on milyondan fazla artmıştır. 

Hesaplara göre, depresyonun Britanya ekonomisine maliyeti 8 milyar pounddur; buna işe gidilemeyen zaman, tedavi masrafları, intiharlar ve verim düşüklüğü dahildir (bu da her kadın, erkek ve çocuk başına yılda 160 po-unda eşittir). 25 milyon Amerikalı (nüfusun yüzde 9’u) hayatının bir döneminde klinik olarak depresyondadır.

Avustralya’da beş yaşındaki çocuklar depresyon tedavisi görmektedir. Bangladeş’te en yaygın hastalık açık ara ishaldir, bunu bağırsak kurdu enfeksiyonları izler. Fakat depresyon da yüzde 3’lük bir oranla yaygın bir hastalıktır (özellikle de kadınlar arasında).

Afrika’da depresyon, sık görülen hastalıklar sıralamasında on birinci sıradadır; ilk iki sırada ise HIV ve sıtma yer alıyor. Çoğu gelişmekte olan ülke kültüründe akıl hastalığına duyulan şüpheler, teşhisin zor olduğu ve semptomların Batı’dakine nazaran daha çok fiziksel olarak görüldüğü anlamına gelmektedir.

ANESTEZİ İNSANI NASIL UYUŞTURUYOR?

Tarih boyunca hekimler tedavi sırasında meydana gelen ağrıyı ortadan kaldırmaya çalıştılar, bu amaçla çeşitli yöntemler uyguladılar. Ancak anestezi etkisi yapan gazlar keşfedilene kadar ağrı problemi ile baş edemediler. Kısa bir süre için giderdiklerini sandıkları ağrı, sonra çok daha fazlasıyla hissediliyordu.

Bu dönemde kullanılan birçok madde vardı. Haşhaş, hintkeneviri, esrar, vs. Alkol ile hastayı sarhoş etmek, ağrılı noktayı ovarak veya buz koyarak uyuşturmak da diğer yöntemlerdi.

Joseph Priestley kendi icadı olan düzenekle oksijen gazını ilk keşfeden araştırmacı olarak bilinir. Ondan iki yıl önce de 1772’de ‘azot peroksit’ gazını keşfetmişti. Onun zehirli bir gaz olmadığının farkına varmış ama bu gazı soluyan insanların şarkı söylemeye, kavga etmeye ve gülmeye başlamalarının sebebini bir türlü anlayamamıştı.

1799’da İngiliz, Humphrey Davy, bu gazın güldürücü etkisini kendi üzerinde denedi. Davy geçici şuur ve his kaybı yaratan bu gazın kesinlikle zehirleyici bir etkisinin olmadığını ve insan vücudu üzerinde yapılan tıbbi operasyonlarda da faydalı olabileceğini belirtmesine rağmen, kimse ciddiye almadı ve azot peroksit on dokuzuncu yüzyılın başına kadar güldüren bir gaz olarak bilindi.

1844’de gülme gazı ile halkın önünde gösteri yapan Colton adında biri, seyircilerin arasından gazı solumak için gönüllüler çağırdı. Gönüllüler arasında bir genç adam, Samuel Cooley, gazı kokladıktan sonra aniden sinirlendi, etrafındakilere sataşmaya ve dövüşmeye başladı, sonunda da yere düştü.

Cooley’in bacağında derin bir kesik vardı ve oluk gibi kan akıyordu ama o bunu farkında bile değildi, ta ki soluduğu gazın etkisi geçene kadar. Cooley bu gösteriye arkadaşı diş hekimi Horace Wells ile gelmişti. Wells olayın hemen farkına vardı. Bir diş hekimi olarak onun en büyük sorunu, diş çekerken hastalarının duyduğu acıydı. Bu gaz diş çekmede kullanılabilirdi.

Wells hiç zaman harcamadı. Diş hekimi bir arkadaşını çağırarak, bu gazı soluduktan sonra kendi çürük bir dişini çekmesini istedi. Operasyon başarılı geçti ve Wells hiç ağrı duymadı. Wells bu tecrübe sonrası Boston’daki bir hastanede bir gösteri düzenledi. 

Gönüllü olarak ortaya çıkan hasta sakindi ama Wells o kadar heyecanlıydı ki, hastanın soluduğu azot peroksit tam etkisini göstermeden dişini çekmeye çalıştı. İzleyicilerin önünde acılar içinde kıvranan hasta, Wells üzerinde öyle bir hayal kırıklığı yarattı ki mesleğini bıraktı.

Wells’in dramatik bir başarısızlıkla sona eren bu gösterisinden iki sene sonra, 1864’da diş hekimi William Norton aynı işlemi ilk defa eter kullanarak başarı ile gerçekleştirdi. Aslında bundan dört sene önce Dr. Crawford Long da uyuşturma yöntemi olarak eterin farkına varmıştı. 

Eğlenmek ve kahkaha atmak isteyen arkadaşları ondan azot peroksit istediklerinde, o sırada elinde olmadığından onun yerine eter vermişti. Eteri kullananlardan biri kaskatı, biri ölü gibi yere düşünce, Dr. Long çağırılmış, vücut fonksiyonlarının çok sağlıklı bir şekilde çalıştıklarını tespit etmişti. Sonradan ayılan arkadaşı olanlarla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. 

Dr. Long aynı yıl eter kullanarak bir hastasının çenesindeki tümörü aldı. İki sene sonra Dr. Long’un karısı eterle bayıltılarak çocuk doğuran ilk kadın oldu. Ne var ki Dr. Long, bu yaptıklarını bilimsel bir yayın olarak yayınlamadığından kimsenin haberi olmadı ve bilimsel kayıtlara geçmedi. Her şeye rağmen anestezi uygulamasını ilk bulan kişi olarak Dr. Wells kabul edildi.

1847’de Dr. James Y. Simspson kloroformla uyuşturmayı başardı. Bu yöntem 1852’de Edinburg’da Kraliçe Victoria’ya uygulandı. Mu nedenle yönteme ‘kraliçe anestezisi’ adı verildi. Sadece ağrının olduğu noktanın uyuşturulmasının, yani lokal anestezinin ilk uygulama tarihi ise 1885’dir. Toplumda korku yaratan kokain, lokal anestezinin temel maddesidir.

Eskiden ne açık kalp ameliyatları ne de beyin operasyonları vardı. O yıllarda insanların normal yaşamlarında tattıkları iki büyük ağrı vardı. Hâlâ halk arasında ‘bunlardan büyük ağrı olamaz’ denilen doğum sancısı ve diş ağrısı. Bu nedenle hastaları uyuşturarak ağrılarını dindirmekle uğraşan doktorların bu iki ağrıya yönelmeleri doğaldır.

Anestezi, orijinal ismi ile ‘anesthesia’ eski Yunanca’dan, ‘duyguların, hislerin kaybolması’ anlamına gelen bir kelimedir. Anestezi insan vücuduna genel ve lokal anestezi olarak iki yolla yapılıyor. Genel anestezide uyuşturucu solunum yoluyla, damardan iğneyle veya bağırsaklar, yani rektum yolu ile verilebiliyor. Genel anestezi sinir sisteminin tümünü etkileyip, derin bir uyku ama daha önemlisi bir hissizlik durumu yaratır. 

Vücutta tüm sinir sistemini engelleyerek ağrı duymaya mani oluyor. Omurilik, beyin sapı ve beyin dış yüzeyindeki sinir hücrelerinin sinyal üretimlerini baskılayıp, bunların bilinç düzeyine aktarılmasını engelliyor. Tam bir genel uyuşma dört etkenle belirleniyor. Derin uyku, hislerin kaybolması, reflekslerin ortadan kalkması ve bedenin gevşemesi.

Lokal anestezide ise uyuşturucu madde doğrudan kalın bir sinir köküne şırınga ediliyor. Böylece bu kökten çıkan sinirlerin yayıldıkları tüm bölgelerin geçici duyarsızlığı, bir anlamda felci gerçekleştiriliyor. Yöntemler uyuşturulacak bölgeye ve önemine göre değişiyor. Lokal anestezide geleneksel olarak kullanılan kokain ve sonradan keşfedilen prokainden başka akupunktur ve elektrik akımı da uygulanıyor.

YEMEK PİŞİREMEKDE PÜF NOKTALAR

Yemek pişirmek çok kolay gibi görünse de; daha leziz olması için bazı püf noktaları önemli… Biraz size anlatacağımız püf noktalarını normalde ancak yıllar geçen deneyimin ardından belki kendiniz keşfedebilirdiniz ya da şanslı iseniz annenizden size miras kalmış olabilirdi...

Çünkü bu püf noktaları öyle her yede görüp, duyabileceklerinizden değil. O yüzden her bir cümlesini mutlaka not alın derim.

- Çayı daha lezzetli olması için soğuk su ile yıkamak ve iyice kaynamış içme suyu ile demlemek gerekiyor. Eğer varsa porselen demlik kullanmanızı öneriyorum.

Mesela, daha hoş bir aroma vermesi için demliğin içine bir dilim portakal kabuğu ve bardağıma da bir karanfil ya da gül yaprağı atarım. Hem lezzetli hem de sağlıklı oluyor, çünkü karanfil vücut ağrılarına iyi geliyor, mikropları öldürüyor ve özellikle ağız ve boğaz enfeksiyonundan koruyor.

– Sebze yemeklerini, bir taşım kaynadıktan sonra kısık ateşte ve susuz olarak pişiririm. Tencerenin kapağını açmamaya özen gösteririm ve eğer karışması gerekiyorsa tencereyi sallarım. O zaman sebzeler daha yeşil kalıyor ve vitaminlerinden değer kaybetmiyor.

– Pilav yaparken, tencerenin içine bir kaç damla limon damlatır ve bir adet küp şeker atarım. Limon; pirincin renginin daha beyaz olmasını sağlıyor. Şeker ise pirincin buruk tadını alıyor.

– Eti pişirmeden önce mutlaka iki gün buzdolabında dinlendiririm. Eğer marine ederek hazırlayacaksam; o zaman zeytinyağı, biraz şeker (şeker yumuşatır), 2-3 diş sarımsak, defne yaprağı, tane karabiber, biraz süt veya yoğurdu çırpıp; bu karışımı etle harmanlarım ve bu şekilde bekletirim. Izgarada etler hem daha kolay pişiyor hem de yumuşak ve leziz oluyor.

– Eğer fırında tavuk yapacaksam, tavuğun üzerine (nar gibi kızarsın ve kıpkırmızı olsun diye) limon sürerim.

– Tatlıları da 170 derecelik, ısıtılmış fırında pişiririm ve fırının kapağını çok açmamaya özen gösteririm. Eğer kek pişiriyorsanız ve sürekli kapağını açıyorsanız, kabarmaz.

Tatlılarda pişirme teknikleri çok önemli. Mesela bazı tatlıların şerbetleri soğuk bazılarının ılık veya sıcak olmak zorunda. Aksi taktirde tatlı, şerbeti çekmez ve katı kalır.

– Yemekte bir de kalori hesaplamalarına dikkat etmek gerekiyor. Örneğin; eti, pilav veya makarna yerine sebze ile tüketmek ve et ile beraber ayran içmemek gerekiyor.

Çünkü o zaman etin verdiği proteini vücut ememiyor. Acıktığınız zaman yine salatalık, 3 tane kayısı veya incir ile açlık hissini bastırmak gerekiyor. Bizim bir hatamız da sevdiğimiz şeyi, patlayana kadar yememiz, bir kaşıkla yetinmememiz…

– Benim evde uyguladığım bir yemek kuralım var; menüde köfte varsa yanında haşlama sebze de vardır, makarnayı daha çok sebzeli yapmaya gayret gösteririm.

Bu önemli bilgi ve yöntemlerden daha fazla kişinin faydalanması için, beğenip, paylaşmayı unutmayın.

KETÇABI ŞİŞESİNDEN ÇIKARMAK NİÇİN ZORDUR?

Günümüzde ketçap tamamen domatesten yapılmış bir sos olarak tanınır. Hâlbuki ketçap, asırlar boyu yemeğe tat veren ve iştah açan, değişik yiyeceklerden hazırlanmış bir sos olarak bilindi. İlk olarak M.Ö. 300 yıllarında Romalılar tarafından hazırlanan ezme veya püre halindeki bu sos, yağ, sirke, biber ve kurutulmuş küçük balıklardan hazırlanıyor, balık ve tavuk yemeklerine lezzetlerini artırmak için konuluyordu.

Her ne kadar Romalıların ezmeleri kayda geçen en eski sos olarak bilinse de ketçapın atası sayılamazlar. Çin’de 1690 yılında yine balık ve tavuk yemekleri için, tuzlu suda salamurası yapılmış balık ve baharatlardan oluşan bir sos kullanılıyordu. Bu sosun adı ‘ketsiap’ idi ve ünü zamanla Malezya’ya yayıldı. Orada adı ‘kechap’ olarak azıcık değişti.

1700’lü yılların başlarında İngiliz kâşif ve denizcileri bu çok sevdikleri sosu anavatanlarına getirdiler. Ne var ki bu karışık sosun içinde ne olduğunu çözemeyen İngiliz aşçılar, onu kendi kafalarına göre mantar, ceviz, salatalık karışımı ile hazırladılar. Bu karışımı ‘ketch-up’ olarak telaffuz eden İngilizler onu o kadar çok sevdiler ki, 1748 yılında devrin en önemli yemek kitabında bile yer aldı.

İyi güzel de, domates ketçapın içine ne zaman girdi? 1790 yılında girdi ve daha önce olamazdı; çünkü o tarihe kadar, Amerika kıtasından getirildiğinden beri domatesin zehirli olduğu sanılıyordu. Domates o zamanlara kadar saksılarda pencereleri süslüyordu. Gerçi domates, bazı cinsleri zehirli olan solanum ailesindendir ama o bitkilerin de sadece yaprakları zehirlidir.

1876 yılında, hem iyi bir aşçı hem de başarılı bir işadamı olan Hanry Heinz Amerika’da ilk ketçap fabrikasını kurdu. ‘Heinz Ketçapları’nın içinde bulunanlar ve şişesinin şekli günümüze kadar, yüz yıldan fazla bir sürede hemen hiç değişmeden geldi.

Bu süre içinde de insanlar ketçap şişeleriyle boğuşup durdular. Şişeyi sallayarak, dibine vurarak, çatalı şişenin ağzına tıklayarak, bıçağı daracık ağzından içeri sokmaya çalışarak, geliştirdikleri birçok ilginç metotlarla ketçapı şişesinden çıkarmaya çalıştılar.

Ketçapın içinde şeker, sirke, nişasta, tuz ve bazı aromatik kimyasal maddeler vardır ama aslında ketçap koyu bir domates suyudur. İçinde baharat ve acı maddelerin yok denecek kadar az olmasından dolayı yiyeceklerin üstüne bol bol dökülür. Bir şeyin üzerine dökülecek sıvı için ise en iyi kap şekli dar ağızlı bir şişedir.

Ketçapın kardeşi hardal için ise durum farklıdır. Hardalın tadı yakıcıdır, bir yiyeceğin üstüne bol miktarda sürülemez, dolayısıyla bıçağın ucu ile alınabileceği geniş ağızlı bir cam kap onun için daha uygundur. Bu nedenlerle yıllar boyu ketçap şişeleri ince uzun ve dar ağızlı, hardal şişeleri de kısa ve geniş ağızlı imal edilmişlerdir.

Heinz, ketçapını piyasaya sürmeden önce diğer bütün soslar geniş ağızlı kaplarda satılıyorlardı. Heinz’in ketçapı başlangıçta daha sulu ve akıcı idi. Bu nedenle de dar ağızlı ve sekiz köşeli şişeleri kullandı. Zamanla müşteri isteği doğrultusunda ketçapının kıvamını koyulttu ama aynı müşteri alıştığı ve elde tutması kolay olan şişenin dizaynının değişmesini istemedi.

Heinz mecburen ketçapını dar ağızlı şişelerle satmaya devam etti. Ketçap deyince Heinz markası ve onun sekizgen şişeleri akla geldiğinden, diğer üreticiler de ürünlerini bu tip şişelerde satmaya başladılar.

Koyu kıvamlı ketçapı dar ağızlı şişeden çıkarmaya çabalayanların verdikleri amansız mücadele, 1983 yılında, yine Heinz firmasının ürettiği plastik şişelerle son buldu. Artık ketçap, şişenin ortası sıkılarak kolayca şişesinden çıkarılabiliyordu.

Ayaküstü, sandviç, hamburger ve benzeri yiyecekler satan yerlerde ketçap da hardal da birbirine benzer kaplarda sunulurlar. Musluklarına basarak yiyeceklerin üstüne istenildiği kadar konulabilir. Burada amaç herkesin aynı kabı veya şişeyi kullanmamasıdır. Tabii bu kaplardaki ketçapın da, hardalın da fazla koyu olmadıkları dikkatinizi çekmiştir.

Yukarıda anlatılan ‘ketçabın şişesinden çıkma zorluğunun’ sorunu artık tarihe karışacak.

Bilim adamlarının son keşfi ile dünyanın ‘en büyük sorunlarından biri’ daha tarihe karışıyor!

Ketçapın şişede sıkışması sorunu, yakında tarihe karışacak. Amerikalı bilim insanları, bu ‘ciddi’ sorunu, Nepentes adlı bitkiden esinlenerek elde ettikleri süper-kaygan materyalle çözdüler.

Harvard Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, Nepentes’in, yapraklarının süper kaygan yapısıyla, tutunmalarını engellediği böcekleri flüte benzer ağzıyla yutabildiği görüldü.

Aynı mantıkla hareket eden araştırmacılar, önce teflonun süngerimsi tabakasının gözenekleri içindeki yağlayıcı filmi hareketsiz hale getirdi. Böylece elde edilen düzgün ve son derece kaygan yüzey, bir şişenin içine yerleştirildi. Bu şekilde ‘süper kaygan’ hale getirilen şişenin sadece ketçapı değil, reçelleri de hiç takılmadan son damlasına kadar rahatlıkla tüketicinin tabağına sunabileceği belirtildi.

ÇİNLİLER NİÇİN ÇUBUKLA YEMEK YER?

Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüşe göre, vakti zamanında Çin imparatorlarından biri halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her şeyin toplanmasını emretmiş. Ellerindeki bıçak, kaşık ve benzeri şeyleri vermek zorunda kalan Çinliler ne yapsınlar, çaresiz bambu kamışlarından yapılmış ince çubuklarla yemek yemeye alışmışlar.

Akla daha yatkın gelen diğer bir görüşe göre ise çubukla yemek âdeti, Çinlilerin yiyeceklerini küçük parçalara bölüp yeme alışkanlıklarından ve buna bağlı olarak zaman içinde çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuş. Yemeği içindeki yağa atıp karıştırarak pişirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce yiyecekler odun ateşi üzerinde pişiriliyormuş. Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar açıldıkça bu sefer de odun, yani yakacak sıkıntısı başlamış. 

Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıştırarak kızartmanın hem süratli pişmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını görmüşler. O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere mahsus bir lüks olduğundan, insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını tutuyor, yemek yemek için de sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmış. 

Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken çubukları kullanmak, her şeyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün parmaklarının kirlenmesi sorununu çözdüğü için hızla yayılmış. O zamanlar çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildişi ve kemiktenmiş.

Şimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik malzemeler çoktan almış durumda. Ne var ki bırakın Çin'i, diğer ülkelerdeki birçok insan bile bir Çin lokantası bulup, çubuklarla yemeğe uğraşıp, Çin imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve katlanıyorlar.

AŞÇIBAŞILAR NEDEN UZUN ŞAPKA GİYERLER?

Bir kere kafalarına bir şeyler giymeleri zorunludur. Yoksa saçları yiyeceklerin içine düşebilir. Ama aşçıların bu kafanın üzerinde silindirik bir şekilde yükselen, ucu da balonumsu şekilde kıvrımlarla biten beyaz şapkaları giymelerinin asıl nedeni başkadır.

Bu tip şapkalarda, özellikle mutfakların çok sıcak ortamlarında, hava şapkanın içinde rahatlıkla dolaşabilir ve aşçının kafasını serin tutar, terlemeyi önler. Mutfağın kalabalık ve hareketli yaşamında, aynı tip giysiler içindeki aşçılar arasından aşçıbaşını ilk görüşte ayırt edebilmek için onun şapkası biraz daha uzun ve ucu kıvrımlıdır. 

Bu şapkaların beyaz, yani boyasız olmalarının nedeni ise beyaz kumaşın, boyalı kumaşa göre daha hijyenik olarak kabul edilmesidir. Beyaz renk her yerde insanlarda temizlik, saflık, iyi niyet ve barış duygulan uyandırır. Muharebe sırasında barış mesajı göndermek isteyen birliklerin beyaz bayrak çekmelerinin nedeni de budur. Gelinliklerin beyaz olması ise barıştan ziyade saflığı ve masumiyeti simgeler.

KÖPEKLER İNSANLARI NASIL ANLARLAR?

Eğer bir köpeğiniz varsa onun olağanüstü yetenekleri olduğunu düşünürsünüz. Yaptığı her hareket sıradan bile olsa sizin ona duyduğunuz sevgi sayesinde sadece en zeki köpeklerin yapabileceği cinsten bir hareketmiş gibi gelebilir. 

Yada gerçekten bu böylemidir? 

Yani hasta bakımından tutun, avlanmaya kadar köpekler gerçekten olağan dışı hareketler yaparak bizleri etkileyebilir mi? 

Daha da fazlası köpekler insanların söylediklerini anlayıp ona göre davranışlar sergileyebilir mi? 

Bu yazımızda köpeklerin insanların dilinden nasıl anladıkları üzerinde duracağız.

Şu bir gerçektir ki çoğu köpek otur, yat, koş, yakala gibi terimleri anlayabilirler. Eğer biraz daha sabrınız ve motivasyonunuz var ise köpeğinize 100 kelimden bile fazla sözcük öğretebilirsiniz. Yapılan araştırmalara göre ortalama eğitilmiş bir köpek 160 civarından sözcük anlayabilir. 

Fakat köpeklerin zihinsel kapasitesi nekadar derindir?

Bir televizyon şovundan sonra ünlenen Rico isimli, border collie cinsindeki köpek 200 sözcüğü anlayabilme yeteneğini sergiledikten sonra bir laboratuar’da inceleme altına alındı.

Yapılan araştırmalar köpeklerin dil anlama yeteneklerinin nekadar geniş olduğu yönündeydi ve bulunan sonuçlar ise şaşırtıcı dercede etkileyiciydi.

İlk önce araştırmacılar gerçekten Rico’nun 200 kelime bilip bilmediğini kontrol etmek istediler. Bunu anlamak için sahibinin emri ile değişik odalarda konumlandırılmış 10 adet Rico’nun tanıdık olduğu cisimleri getirmesini istediler. Rico bu testte gayet başarılı idi. 

Fakat araştırmacılar onu daha fazla zorlamak istediler. Bir sonraki aşamada Rico’nun daha önce hayatında hiç görmediği bir nesne seçtiler ve bu nesneyi odadaki Rico’nun daha önceden tanıdık olduğu cisimler arasına koydular. Sahibi Rico’dan yeni cismi getirmesini istedi ve sonuç yine başarılıydı.

Bu test üst üste değişik cisimlerle tekrarlandı ve %70 oranından Rico daha önce hayatında görmediği nesneleri bulup getirdi. Bu test, köpeklerin geniş bir sözcük anlama kapasitesine sahip olduğunu göstermekle birlikte onların eleme işlemlerini de gerçekleştirebileceğini göstermiş oldu.

Araştırmacılar Rico’yu daha zorlu testlere tabi tutmak için yeni deneyler geliştirdiler. Bu yeni deneyde araştırmacılar Rico’dan daha önce bir kez gördüğü cismi 1 ay sonra hatırlamasını istediler. 

Bu cismi aynı odada 4 tane tanıdık olduğu ve 4 tane tanıdık olmadığı cisim arasına koydular ve bulmasını istediler. Rico bu deneyde %50 oranında başarı gösterdi. Çok başarılı ve önemli bir deney gibi gözükmese de araştırmacılar için önemliydi. Bu başarı oranlarını 3 yaşındaki çocukların başarı oranları ile karşılaştırabileceklerdi.

KÖPEK İŞERKEN NİÇİN BİR AYAĞINI KALDIRIR?

Dişi köpek çimlerin üzerine işediğinde, o bölgedeki çimler bir daire şeklinde kahverengiye dönüşür ve ölürler. Bu durum köpeklerin sadece dişilerinde görülür; çünkü dişi köpek doğrudan toprağın üzerine işer ve bir kerede tüm idrar torbasındakileri boşaltır. Bu miktardaki idrar da çimlerin bozulmasına yol açar.
Erkek köpekler bir kerede çok az idrar boşaltırlar. Onlar idrarlarını mümkün olduğunca birbirinden uzak yerlere bırakarak, kendi hâkimiyet alanlarının sınırlarını işaretlerler.

Erkek köpekler ayrıca buharlaşma ve toprağın emmesinin az olacağı ağaç, duvar gibi dikey yüzeylere idrarlarını bırakmayı tercih ederler. Her seferinde çok az bıraktıklarından idrarlarını çimlerin üstüne bile bıraksalar, fazla bir zarar vermezler.

Erkek köpeğin işerken arka ayaklarından birini kaldırması, bacağını temiz tutmak isteği ile ilgili değildir. Anatomik olarak, beden yapısı nedeniyle de böyle bir zorunluluğu yoktur. Dört ayağı yerdeyken de idrarını bırakabilir. Ayağını kaldırma nedeni hem dikey yüzeyleri iyi işaretlemek hem de idrarını mümkün olan en uzak mesafeye ulaştırabilmek, daha geniş bir alanı hâkimiyet sahası olarak işaretleyebilmektir.

Köpeğin işerken ayağını kaldırmasının, erkeklik hormonu ile ilişkili olduğu da ileri sürülüyor. Dört aylık olmadan önce hadım edilen erkek köpek yavruları idrarlarını yaparken ayaklarını kaldırmıyorlarmış. Zaten büyük emekle konulan sınır işaretlerinin de bir işe yarayıp yaramadığı şüphelidir. Uzmanlar bunun nafile bir çaba olduğunu, diğer köpeklerin yine bildiklerini okuduklarını söylüyorlar.

KEDİLERİN GÖZLERİ KARANLIKTA NEDEN PARLAR?

Bu tüy yumaklarının görmesi için azıcık ışık yeterlidir. Çünkü kedilerin gözleri bizim gözlerimizden farklı yaratılmıştır. Onların gözbebekleri karanlıkta, olabildiğince çok ışık alabilmek için büyüyerek yuvarlaklaşır. Bu da onların karanlıkta rahatça görebilmelerini sağlar.

Ayrıca, kedilerin gözlerinde insanların gözlerinde bulunmayan bir tabaka vardır. Bu tabaka, retina tabakasının hemen arkasındadır. Retinadan geçip buraya gelen ışık, tekrar retinaya doğru yansır. İşte, bu tabaka ışığı geri yansıtabildiği için retinadan iki kere ışık geçmiş olur.

Bu sayede kediler çok az ışıkta, hatta insan gözünün göremeyeceği kadar karanlık ortamlarda bile gayet iyi görür. Bu tabaka gelen ışığı ayna gibi geri yansıtır. İşte, onların gözlerini daha parlak gösteren, gözlerindeki aynadan yansıyan ışıktır.

KARINCALAR İNSANI ZEHİRLER Mİ?

Karıncalar ve türleri zehirli değildir fakat bazı karınca türleri üzerinde mikrop taşıdıklarından dolayı insan vücudunda alerjilere sebep olurlar ve karıncalar insanların mutfaklarındaki ve kilerlerinde ki besinlerinden beslenerek besinlerine ve insanın kendisine mikrop bulaştırırlar. Karıncalar aynı zamanda bitkilerimize zarar verirler.

KAKTÜSLERİN NEDEN DİKENLERİ VARDIR?

Bitki yaprakları gereksinim duyulan gazların absorbe edilmesi ve suyun buhar şeklinde atmosfere verilmesini sağlar. Ancak bazı bitkilerin yapraklarında yapısal ayrıcalıklar ortaya çıkmıştır. 

Örneğin kaktüs bitkisindeki dikenler, metamorfoz (başkalaşım) geçirmiş yapraklardır. Bu dikenler sayesinde bitkinin etrafındaki hava tabakası korunur ve böylece bitkiden su kaybı azalır. 

Ayrıca kaktüs gibi sukulent (sulu) bitkilerde bitkinin büyümesi, gelişmesi için gerekli olan klorofili tutmak bu dikenler sayesinde olur.

HAYVANLARDA BOYNUZ NEDEN VARDIR?

Hayvanların boynuzları onların silahlarıdır. Savunmaya ve saldırmaya yararlar. Bu silah tabiatta sadece bazı hayvanlara bahşedilmiştir.

Hayvanlar âleminde boynuzu olanlar ‘boynuzlugiller’ adı altında bir aile oluştururlar. Bu geviş getirenler takımından, çift tırnaklı hayvanlar ailesinin üyeleri sığırlar, keçiler, koyunlar ve antiloplardır.

Bunların içi boş olan boynuzları süreklidir, değişmezler ve dallara ayrılmazlar. Başın her iki yanında birer tanedirler. Boynuzsu maddeden, yani keratinden yapılmışlardır. Dişilerinde boynuz ya yoktur ya da erkeklerinkine göre daha kısa ve küçüktürler. Boynuzları ile ünlü geyik ve gergedanınkiler ise farklı özellikler taşırlar.

Boynuz denilince hayvanın kafasında, alnının hemen üstünden çıkan iki sivri kemik anlaşılır. Hâlbuki hayvanlardaki boynuzların büyük bir çoğunluğu kemik değildir. Genel olarak üç tip boynuz vardır. Sadece kemikten yapılmış olanlar, kemik bir ekseni örten keratinden yapılmış olanlar ve sadece keratin liflerinin birleşmesiyle oluşmuş boynuzlar.

Kemik boynuzlara örnek olarak geyiklerinki gösterilebilir. Bu boynuzlar her sene diplerinden kopar ve yenilenirler. Her sene çıkan yeni boynuzda bir fazla dal oluştuğu için bunlardan hayvanın yaşı anlaşılabilir.

Geyik boynuzlarını silah olarak en çok kullanan hayvandır. Ren geyiği dışındaki bütün geyik türlerinin yalnız erkekleri boynuzludur. Özellikle üreme mevsiminde dövüşen geyiklerin bazen boynuzları birbirine dolaşır, bu düğümü çözemeyen hayvanlar sonunda ölürler.

Gergedanların boynuzları kemik değildir. Tamamen keratin liflerinin birleşmelerinden oluşmuşlardır. Boynuzlar üzerlerinden aşındıkça diplerinden uzayabilirler. Kuşların gagaları, insanların saç, kıl ve tırnakları, balıkların pulları hep bu keratinden, yani boynuzsu maddeden yapılmışlardır.

Gergedan boynuzunun cinsel gücü artırdığına olan inanç yüzünden aşırı avlanılan bu hayvanların neredeyse nesilleri tükenmek üzeredir. Aslında gergedanın boynuzunu yemekle insanın tırnaklarını yemesi arasında bir fark yoktur. İkisinde de keratin alınmış olur.

VÜCUDUMUZ SAAT SAAT NASIL ÇALIŞIR?

06.00: Kortizon salgılamasıyla organizma uyanıyor. Bu uyanma vücut için kendini yavaşca kalkmaya hazırlama işareti. Metabolizma hareke...